FERÎDÜDDÎN ATTÂR’DAN(*),
“BAĞNAZ/FANATİK
ALEVÎLER"E,
“SİYASÎ
ALEVÎLER”E,”ALEVÎCİLER”E SUÂLLER…
“Ey bağnazlığın tutsağı! Ey sevgi
ve nefret arasında parçalanıp duran!
Akıl ve fikir sahibi olduğun
iddiasındaysan, söyle, neden fanatiksin böyle?
Ey cahil! Devlet yönetimi
konusunda adam kayırma olmaz, olamaz! Hz. Ebubekir’in de, Hz. Ömer’in de asla
böyle bir eğilimi olmamıştır! Eğer o iki
halifede öyle bir düşkünlük olsa idi, ikisi de kendi yerlerine oğullarını tayin
ederlerdi! Eğer o iki muhterem zat, halifelikte hakkı olanın hakkını korumayıp
da gasbedecek olsalardı, diğer sahabîler onlara kesinlikle karşı çıkardı!
Onların halifeliğine hiçbir sahabî
karşı çıkmadığına ve mâni olmaya kalkmadığına göre, onlara itiraz edilmediği
açıktır.
Kimse Hz. Ebubekir’in halife ilan
edilmesine karşı çıkmadığı hâlde, sen herkesi, yani bütün sahabeyi yalancı
olarak görmek ve onları böyle ilân etmek mi istiyorsun?
Dikkat et, şayet Hz. Peygamber’in
ashabını yalancılıkla itham edersen, o zaman sen Hz. Peygamber’in şu sözlerini
de kabul etmiyorsun demektir: “-Benim dostlarımdan(sahabîlerimden) her biri
gökteki bir yıldız gibidir. Benim asrım asırların en hayırlısıdır. İnsanların
en hayırlıları benim sahabelerimdir. Onlar benim ya akrabalarımdır, ya da
sevdiklerimdir!”
Eğer o “en iyiler” senin gözünde
“en kötüler” ise, sana nasıl basiretli, kavrayışlı denebilir? Allah
Elçisi’sinin sahabîlerinin, adîl olmayan biri canı gönülden benimsediklerini
veya Hz. Resul’ün makamına öyle birini oturttuklarını sen nasıl kabul edersin?
Böyle bir şey Hz. Peygamber’in sahabîleri için asla mümkün değildir!
Eğer onların bu tercihleri doğru
değilse, o zaman Kur’an’ın(onlar tarafından) derlenip Mushaf hâline getirilmesi
de yanlıştır!
Bil ki Resulullah’ın sahabîleri
her ne yapıp etmişlerse, hepsini de Allah’ın rızasına uygun olarak, âdil ve
haklı bir şekilde yapmışlardır!
Sen birinin halifeliğe seçilmesini
reddedersen, otuz üç bin kişiyi de reddetmiş, mahkûm etmiş olursun! O biri (Hz.
Ebubekir) ki, Allah’ın yolundan bir an bile sapmamış, en ufak bir sapmaya da
göz yummamıştır. Böylesine ince eleyip sık dokuyan biri, hakkı olanın hakkını
nasıl yer? Bu konuda şüphe etme!
Eğer o Hz. Sıddık (Ebubekir) böyle
eğilimlere kendini kaptırmış olsaydı, “Bırakın beni!” der miydi? Oğlunu bir
suçundan dolayı kamçılayarak yaralayan ve ölümüne yol açan Hz. Ömer’den hiç
halifelik hırsı beklenir mi?
Hz. Ebubekir her zaman maneviyat
yolunun yolcusu olmuş, dünya mal ve makamına sırtını dönmüş ve bütün kalbiyle
Allah’a yönelmişti. Servetini İslâm uğrunda harcamış, kızını da dahası canını
da Allah’ın Elçisi’ne adamıştı. Böyle bir büyük adam, hiç haksızlık yapabilir
mi? Utan!
O kabukta kalan bilgilerden
arınmıştı, zira hakikî bilginin künhüne ermişti. Minberde edebe riayet etmiş,
Efendiler Efendisi’nin oturduğu basamağa oturmamıştı.
Onun ne yapıp ne ettiğini
öncesiyle sonrasıyla görüp bilen bir kimse, nasıl olur da ona haksız diyebilir?
Derken Fâruk (Hz. Ömer) geldi.
Onun bütün yaptığı adaletin tâ kendisiydi.
Kendisi kâh kerpiç döker, kâh çalı
çırpı toplardı. Sırtında yakacak çalılarla şehirde gözükür, halktan yol
isteyerek yürür giderdi. Şu boş hevesler zindanında günlük besini yedi lokmadan
ibaretti, hepsi bu! Sofrasında sirke ile tuz vardı. Günlük rızkı devlet
hazinesinden gelmezdi!
Uyuduğunda yatağı kumdu, yastığı
ise bir kırbaç. Gün batımı sırası yaşlı bir dul kadına götürmek üzere bir saka
gibi kırbayla su taşırdı. Geceleyin evinden çıkar kendisine hiç acımadan bütün
gece ordusunu görür gözetirdi.
Zaman zaman Hz. Huzeyfe’ye gider
ve ona şöyle derdi: ‘-Ey basiret ve feraset sahibi! Ömer’de bir münafıklık
alâmeti görüyor musun? Yüzüme hata ve kusurlarımı söyleyen kimse bana en büyük
armağanı sunmuş olur!
Eğer Hz. Ömer halifeliği
haksızlıkla elde etmiş olsaydı, niçin kırk yamalı ve hantal bir hırka giysindi?
Ne kumaştan bir elbisesi, ne de kilimi vardı; hırkasını deri parçalarıyla
yamardı.
Çok önemli bir iktidar makamını
böyle bir hâlde yürüten biri, hiç başkasına (Hz. Ali’ye) haksızlık etmekle
suçlanabilir mi? Gâh kerpiç taşıyan, gâh balçık karan biri, bütün bu ağır
işlere boşuna niçin katlansındı? Kendisinin iktidar hırsına kaptırsaydı, tutup
da sultanlığa soyunmaz mıydı?
Onun hilâfeti sırasında nice
kâfirlerin şehirleri kâfirlikten kurtuldu.
Hz. Ömer’e karşı fanatik bir
muhalefette bulunursan, sende hak ve adalet duygusu yok demektir ki öyleyse
geber öfkenden! Hz. Ömer zehirden ölmedi., sense onun gibi zehir yutmana
rağmen, ona olan öfken yüzünden acaba kaç defa öleceksin?
Ey hak ve adalet yoksunu cahil!
Sen halifeliği kendi bakış açına ve kendi çapına göre değerlendirmeye yeltenme!
Eğer o makam sana verilseydi, gam ve kederden içine ateş düşer yüreğin bin
parça olurdu! Şayet o ilk dört halifeden birinin elinden biri bu halifeliği
alıp sırtlanmış olsaydı, onların çektikleri acı ve ıstırapların yüz katını
yüklenmiş olurdu!
Çünkü ömür boyu bütün bir halkın
vebalini omuzlarında taşımak hiç de öyle kolay değildir!
HALİFELİK YÜKÜ
Bir gün Hz. Ömer, perişan bir
hâlde Hz. Veysel Karanî ile karşılaştı ve ona şöyle dedi: “-Ben halifeliği
satmak istiyorum! Bu halifeliğe bir müşteri çıkarsa, bir dinara da olsa
satacağım!”
Hz. Veysel Karanî ise ona şöyle
dedi: “-Sen bırak onu ve geç git! Sen at onu! İsteyen ve bu yolun yolcusu olan
onu alır ve yüklenir götürür!”
Hz. Ömer’in halifeliği bırakacağı
duyulunca, sahabîler arasında ağlayışlar ve çığlıklar yükseldi. Hepsi de gelip
kendisine şöyle dediler:”- Ey Müminlerin Emiri! Allah aşkına, Allah’ın
kullarını başsız bırakma! Bu yükü senin boynuna Hz. Ebubekir yükledi, bunu
elbette körü körüne yapmadı; düşündü, bildi de öyle yaptı. Şayet onun sana
yüklediği bu emanetten yüz çevirirsen, ruhu muazzep olur, sana darılır!”
Hz. Ömer, bu güçlü delile hak
verdi, fakat o andan itibaren de halifelik görevi kendisine daha ağır gelmeye
başladı!
O uğursuz katil, kaderin sonucu,
Hz. Murtaza’yı hançerleyince, getirip ona şerbet sundular. Hz. Ali ise şöyle
seslendi:”- Benim kanımı döken nerede? Önce ona verin, sonra bana! Çünkü o bana
bu yolda refik olacak!”
Şerbet götürülünce adam bağırdı:
“- Eyvallahlar olsun! Haydar beni zehirleterek öldürmek istiyor!”
Hz. Murtaza ise şöyle
buyurdular:”- Hakk’a yemin olsun ki, eğer o bedbaht bu şerbetimden içseydi,
kıyamet günü ben onsuz Allah’ın huzuruna çıkıp da cennete ayak basmayacaktım!”
O iğrenç adam Hz.Murtaza’nın
canına kıymış olmasına rağmen, onsuz cennete gitmek istemeyen ve düşmanına bile
böyle şefaatte bulunmaya kalkan Hz. Ali, nasıl olur da Hz. Sıddık’a kin ve
garez besleyebilir?
Düşmanı için bile böylesine
kaygılanan Atîk’e karşı kin beslediğinden nasıl şüphelenebilinir?
Şu uçsuz bucaksız âlemde, Hz.
Ebubekir’e, Hz. Ali gibi dost biri daha bulunamaz!
Sen daha ne zamana kadar; “- Hz.
Ali haksızlığın kurbanı oldu! Hak onunken halifelikten mahrum bırakıldı!” deyip
duracaksın?”
Ey oğul, Hz. Ali Allah’ın Aslanı
ve baş tacıysa eğer, kimse aslana bir şey yapamaz!
SUYU KAN AĞLAYAN
KUYU
Peygamberimiz aleyhisselam bir gün
bir yerde konakladı ve ordu için bir kuyudan su getirilmesini buyurdu. Bir adam
gitti, ama telâşla geri döndü ve şöyle dedi: “- Kuyu kanla dopdolu, su yok!”
Bunun üzerine Hz. Nebi buyurdular:”-
Neden öyle bilir misin? İçi dertle dolan Ali, gidip derdini o kuyuya döküp
emanet etti de ondan! Kuyu ise bu sırları duymaya dayanamadı, o yüzden de su
kan kesildi.”
Gönlü böyle coşup taşan, içi
ıstırapla kavrulan biri, bir karıncayı olsun incitebilir mi?
Seninse gönlün bağnazlıkla,
taassupla kaynıyor! Hz. Murtaza öylesi bir gönülden uzaktı! Sus artık! Hz.
Ali’yi sana benzer sanma!
Çünkü o Allah eri, kendini
bütünüyle Hakk’ın varlığı içinde eritmişti! O her işinde Allah’ın hikmetleri
içinde yüzer ve senin yakıştırdığın o kuruntulardan da nefret ederdi!
Eğer Hz. Ali senin gibi kin ve
düşmanlıkla dolu olsaydı, Hz. Peygamber’in bütün sahabilerine karşı tek başına
meydan okurdu!
O senden kesinlikle bin kat daha
yiğit değil miydi? Peki, neden kimseyle (hilafet konusunda) savaşa kalkışmadı?
Olur şey değil! Eğer (halife olma
konusunda)Hz. Ebubekir haksız, Hz. Ali de haklı olsaydı, hiç ondan halifeliği
almak için kılıca sarılmaz mıydı?
Müminlerin anasının(Hz. Âişe’nin)
ordusunun, dinî meseleden değil de başka sebeplerden ötürü, kendisine karşı
yürüdüğünü görünce, Hz. Ali böyle haksız
bir kavgayı ve böyle bir fitneyi hemen fark etti ve orduyu zor kullanarak geri
püskürttü!
Kızına(Hz. Âişe’ye) karşı silaha
sarılabilen biri, elbette onun babasına (Hz. Ebubekir’e) karşı da savaş
açabilirdi!
Ah evlâdım, sende Hz. Ali’nin
büyüklüğünden en ufak bir iz yok! Ne yazık ki sen Hz. Ali’yi, sadece onun adını
oluşturan A,l ve i şeklindeki üç harften ibaret olarak görüyorsun!
Sen kaygılısın, canın da pek
kıymetli, oysa, o, yüz canı olsa(Allah yolunda) yüzünü de vermeye hazırdı!
ŞEHİDLİK ÖZLEMİ
Sahabeden biri şehid düştüğünde,
coşkun ve taşkın ruhlu Hz. Haydar büyük bir hüzne kapılır da şöyle derdi:
“-Niçin ben de şehid olmadım? Can
azizdir, ama benim gözümde değeri yok!”
Bir gün Allah Resulü ona şöyle
dedi: “- Merak etme ya Ali! Yâ Ali, Hakk sana onu da nasip eder!”
DAYANILMAZ İŞKENCE
Hz. Bilâl-i Habeşî bir gün bir
yerde o cılız bedenine bir yığın soba ve kırbaç yedi. Dayaktan her yanı kan
revan içinde kaldı. Öyleyken “Allah birdir! Allah birdir!” demekten bir an dahi
geri durmadı!
Seninse ayağına âniden bir diken
batsa, tuttuğun bu yolda ne birine sevgin, ne de öbürlerine kinin kalır! Bir
diken yüzünden böylesine perişan olan nasıl olur da öyle bir
topluluk(sahabeler) hakkında ileri geri lâflar edebilir?
O halifeler, öyleydiler işte! Sen
de böylesin! Acaba senin bu şaşkınlığın ne vakte dek sürecek?
Dilinle puta tapanların(müşriklerin)
ekmeğine yağ sürüyorsun! Resul’ün sahabîlerini incittikçe incitiyorsun!
Be edepsiz, amel defterini habire
karartmaktasın! Oysa dilini bir tutuversen oyunu çoktan kazandın gitti!
CANLARINI ORTAYA
KOYDULAR
İster Hz. Ali olsun, ister Hz.
Ebubekir, onların ikisinin de canı hakikat ummanına daldı!
Hz. Peygamber gidip mağaraya
sığındığında, o gece Hz. Murtaza, Hz. Mustafa’nın yatağında uyudu. En büyükler
büyüğünün canı kurtulsun diye, Hz. Haydar-ı Kerrar kendi canını ortaya koydu.
Bu dünyanın Hz. Sıddık’ı ise, o
mağarada yılan ve çıyanlara karşı Hz. Resul’ün canı yerine kendi hayatını
fedaya hazırlandı.
Demek ki ikisi de canlarını Hz.
Peygamber için feda edecek ve onu korumak için her şeyi göze alacak yüreğe
sahiptiler!
Şimdi sen, kendi dostları için canlarını
vermeyi cana minnet bilen o kişilere nasıl bağnazca davranırsın? Eğer sen
berikinin veya ötekinin adamı isen, nerde sende berikinin o ıstırabı ve de
ötekinin o ıstırabı?
Haydi ya onlar gibi sen de canını
feda etme yolunu seç, ya da sus ve o düşünceden vazgeç!
Evlâdım, sen Hz. Ali ile Hz.
Ebubekir’i biliyorsun, fakat sen aklın ve canın Yaradan’ından bîhabersin!
Mühürlenip kapanmış o hâdiseleri
artık bırak da, sen de Râbia Hatun gibi gece gündüz Allah eri ol!
Râbia alelâde bir kadın değildi,
tepeden tırnağa yüz erkeğe bedel bir erdi! Istırap ve çilenin tâ kendisiydi!
İlâhî nura gark olup gitmiş, dünyadan elini eteğini çekmiş, muhabbet deryasına
dalmış bir erdi!
GÖZÜNE DİKEN BATTI
DA…
Biri Hz. Râbia’ya sordu:”- Ey
Allah’ın rızasına ermiş olan! Hz. Peygamber’in ashabı, o dostları hakkında
kanaatin nedir?”
Râbia hazretleri şu cevabı
verdi:”- Ben Allah’ın sırrı hakkında yeterince bilgiye sahip değilken, nasıl
olur da dostlarından bahsedebilirim? Eğer ruhumu ve aklımı Allah’ta kaybetmemiş
olsaydım, bir an için de olsa, insanlara dikkatimi çevirebilirdim! Fakat
secdede iki gözüne diken batıp da sonra yolda yürürken yerlere kan aktığını
görüp, o kanların benim gözlerimden aktığını fark eden biriyim ben!
Böylesi bir derde müptelâ olan,
erkeklerin ve kadınların işleriyle gönlünü nasıl meşgul edebilir?
Ben ki yokum, kendimi bile
bilmiyorum, nasıl olur da kıyas yaparak (akıl yürüterek) başka birini
tanıyabilirim.?”
Sense, bu yolda ne Allah’sın, ne
de Peygamber, öyleyse o redden de elini çek, o kabulden de! Bir avuç topraksın
sen, bu yolda toz ve toprak olmakla yetin! Mademki bir avuç topraksın, toprakça
(tertemiz olan toprak gibi) konuş! Hepsini (Dört Halifeyi) de o tertemiz
hâlleriyle an! Sen onlardan “temizler” diye bahset!
ÜMMETİN GÜNAHI
Âlemlerin Efendisi, bir gün
Allah’a şöyle yakardı:”- Ümmetimin işlerini bana bırak, öyle bırak ki kimse
ümmetimin günahından hiçbir şey
bilmesin!”
Hakk Teâlâ ona şu cevabı verdi:”-
Ey insanların en yücesi! Sen onların günahların ne kadar çok olduğunu görünce
dayanamaz, şaşkına döner, utanır ve bir köşeye saklanırsın!
Hz. Âişe senin için canın kadar
kıymetliydi. Öyleyken onun aleyhinde bir iftira duydun da hemen soğudun!
Sahtekârların kopardıkları yaygaraya kulak verdin de, onu babasının evine
gönderdin! En sevdiğin kişiden yüz çevirdin!
Bil ki ümmetinin içinde günaha
batıp gitmiş olan pek çok insan var! Sen onca günaha tahammül gösteremezsin!
Sen ümmetini Allah’a bırak!
Eğer ümmetinin günahlarından şu
dünyada kimse haberdar olmasın istiyorsan, ey temiz yaratılışlı, isterim ki sen
bile bundan haberdar olmayasın!
Sen araya girme, kenara çekil ve
ümmetinin gece gündüz işlerini bana bırak!”
Madem bu ümmetin meselesi, Hz.
Mustafa’nın bile işi değil, sen bu konuda nasıl yargıda bulunabilirsin?
Bırak hüküm vermeyi! Tut dilini!
Bağnazlığı terk et de, (şu manevî) yolun yolcusu olmaya çalış!
Onların (ilk dört halifenin)
davranışlarını örnek al, gönül huzuruyla yürü ve sen kendine bak!
Ya Hz. Sıddık gibi ayağını
doğruluğun yoluna bas, ya Hz. Faruk gibi adaleti seç! Ya Hz. Osman gibi hâyalı
ol ve yumuşak davran, ya da Hz. Haydar gibi ilim ve cömertlik okyanusu ol!
Ya sus, öğüdümü tut ve git! Ya da
uzaklaş buradan ve yürü kendi yolunda!
Sen ne Hz. Sıddık gibi doğruluk
erisin, ne Hz. Haydar gibi ilim eri! Sen sadece nefis erisin ve her an küfre batmakta, kâfirleşmektesin!
Öldür nefsini de mümin ol! Ne zaman ki nefsini öldürdün, sen işte o an
kurtuldun!
Bu taassuba, bu bağnazlığa
saplanıp kalma! Kendi kafana göre öyle peygamberlik de taslama! Şeriatta tek kişinin sözü(şahidliği)
geçerli değildir, öyleyse Hz. Peygamber’in ashabı hakkında niçin böyle atıp
tutuyorsun?
Yârabbi, böylesi bir haddini
bilmezlik bende yok! Sen beni bağnazlıktan ebediyen uzak tut! Gönlümü her türlü
taassuptan/bağnazlıktan arındır! Arındır ki böyle şeyler benim şu
Divan’ımda(Mantıku’t-Tayr’ımda) yer almasın!”(*)
Terme, 11 Ağustos 2019
İsmet GÜLTEKİN
Araştırmacı-Yazar ve Eğitimci
(*): “Attâr, “KUŞLARIN
İLÂHİSİ-MANTIKU’T TAYR”, Çeviren: Cemal AYDIN, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,
1. Baskı, Ocak 2016, s.59-68
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder