“İSTANBUL GÜNLERİM”, DOLU
DOLU GEÇİYOR…
Derler ya;”Boğulursan büyük
denizde boğul”, diye. İnşaallah “Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri(k.s.)”nin yüzü
suyu hürmetine, “boğulmadan” ‘emaneti’ sahibine teslim ederiz de.
İstanbul’un milimetresi
tarih-kültür-sanat. Havaların yeniden ısınması ve karne tatilinin de yaklaşması
ile İstanbul’da, kabaca gezilecek-görülecek
yerleri gezmek ve görmek de kolaylaştı.
“Müzeler şehri” de olan
İstanbul’umuzun-ki %42’lik oranı ile bir orman şehri de- ‘Gülhane Parkı’ndaki
kısaca “Bilim-Teknoloji Müzesi”ni ziyaret edeyim dedim. “Ulu Çınarlar”ın
insanın ufkunu da açtığı ‘Gülhane Parkı’nda, bir yandan mazimi hatırlarken, bir
yandan da güya ‘düşünce sancıları’ ile mutad “ülke mes’eleleri”ni neredeyse
‘yüksek sesli’ düşünüyordum.
Öyle ya; “doğruya doğru,
yanlışa da yanlış” demek lazım arkadaş!
“Hakk’ın hatırı âlidir,
hiçbir hatıra fedâ edilmez…”
‘İlk dönem Nurcuları’, ‘Şehid
Nurcular’ dahil, hepsine ‘can gurban’ da!
‘Son dönem Nurcuları’,
neredeyse bütün ‘ekolleri’ ile o kadar da ‘can gurban’ değil be arkadaş!
Hemen hemen hepsi “postal
yalayıcısı” be!
“Biz postal yalayıcısı
değiliz. 12 Eylül Anayasasına bile karşı çıktık” diyenler bile “Masonik
Nurcuları” teşkil ediyor be! “28 Şubat Post Modern Darbesi” olalı 17 yıl geçti,
hâlâ “28 Şubat’ın Mimarı Mason Demirel”i
‘bir harf ile’ de olsa “Yeni ASYA Gazetesi Ekolü” eleştiremiyor be
arkadaş!
Bilmem kaç maaşlı Ekrem Beğ,
hâlâ kendi fkriyatını aklamakla meşgul be arkadaş!
Ekrem Beğler!
Kendi “hareketi”nizin
fikriyatının gerçeği ile yüzleşsenizse, öz-eleştiri yapsanıza be!
“17 Aralık Süreci”nden de
önce neler yazıldı neler be!Kapanan
“Orkun Dergisi”nin doksanlı yıllardaki sayılarında, Yavuz Bülent BAKİLER
vesilesi ile ne “tartışmalar” yapılmış be arkadaş!
Hiç de öyle “sütten çıkmış ak
kaşık” değilsiniz be!
Neticede
“Devrimciler-Ülkücüler, 12 Eylül zindanlarında işkencelerden geçirilirken,
Hocaefendiler de dışarıda kalan Ülkücülerin bazılarından istifade etmiş be!
Mes’ele bu kadar basit değil mi?
Ancak “kendi konsepti”ne
uymayan Milliyetçi-Ülkücü gençleri ise “kurumlar bakidir”, diye işten bile
atmış be arkadaşi!
Hem o kadar da “geniş ufuklu
gençler” de değilmişsiniz be Ekrem! “Simonca” yetiştirilmişsiniz be arkadaş! “17 Aralık süreci”nde çıktığınız
televizyon programlarında ne kadar da zorlandınız!!!
İşte “Gülhane Parkı” içinde,
“Ulu Çınarları” da temaşa edince böyle “sesli düşünmüş” ve “Bilim-Teknoloji
Müzesi” önündeki ‘Uzay Üssü’ intibaı veren
bir “yapı” içindeki “Yerküresi”önünde kendimi bulmuştum. Meraklı
gözlerle bakıp dururken, müzenin giriş kapısına yöneldiğimde görevliler, “Salı
günü ziyarete kapalıyız” dediler..’Beni mi savsaklıyorlar?”, diye düşünürken
tekrar “ziyaret saatleri” ilanını okudum. Sahiden de doğru diyorlardı.
‘Neye kısmet, neye kısmet’
misali “Gülhane Parkı”na girerken gördüğüm “Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat
Müzesi”ni ziyarete yöneldim. Kütüphane girişlerindeki muamele ile görevlilerin
de ‘sevecen’liği ile “Edebiyat Müzesi”ni ziyarete başladım.
Başta elbette Ahmet Hamdi
Tanpınar, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek gibi “bizim cenâh”ın(!)
edebiyatçılarının eserlerine ve bazı edebî belgelere bakmaya başladım, gördüm.
Çok sakin bir ortam. Tam da “çalışma ofisi” olabilecek kıvamda. Öğrenciler ve
meraklılar için müstakil çalışma odası da mevcut.
Merhum Katip Çelebi’nin
“Kitab-ı Cihannüma” isimli eserini de bir-iki yaprak çevirdim.
Sonra günümüzde yaşayan
edebiyatçılarımızdan bazılarının kullandığı ‘daktiloları’ da gördüm. Hattâ “Doğan
Hızlan”ın kullandığı ‘daktilo’yu
görünce, “Benim kullandığım elli liralık daktilo daha iyiydi”, diye
kendimce söylendim.”Âşıklar Diyârı”ndan, “Uşak”lı İskender Pala’ya ait
“kütüphane memuru kartı”nı ve kol saatini
de gördüm.
“Doğduğum memleket olan Terme”de
de bir zamanlar yaşamış olan ve bir ömrü “hastane+hapishane+yazıhane” üçgeninde
tamamlamış olan Rıfat Ilgaz’ın “Sarı Yazma”sı ile ilgili bir “tebliğ” den de
“Niçin Cide’den Terme’ye sürgün edildiklerini” de daha iyi kavradım. Kaldı ki
“Sarı Yazma”, “Terme’deki Ermeni-Rum Zulmünü”
anlatan “otobiyografik roman”
türü “kaynak kitap” tır da..
“Şairler Sultanı “ Necip
Fazıl Kısakürek’in “çok az bilinen eseri” “Deprem(Çile)” ise “senaryo roman” türü bir “tiyatro eseri…”
Bir evlilik ve aile hayatı anlatılıyor…
“Edebiyat Müzesi”nin tahta merdivenlerinden inerek, alt kattaki
“dergi kapakları sergisi”ni de gördüm. “Ters Olan Devlet Ehramı!” ‘kapaklı’
“Büyük Doğu Mecmuası” günümüzü de çağrıştırıyor!
“Edebiyat’ın olduğu yerde
edepli olmak” daha da önemli…”Edebiyatın Yazın; Edebî’nin ise Yazınsal”
olduğu bir “dönem”de de yaşıyor olsak
bile “illâ edeb, illâ edeb…”
Kaldı ki nice
edebiyatçılarımızı da “büyük” yapan da arkalarındaki “Ulu zatlar”, “Sâdatlar”
değil mi ki?
Demek
ki, dedim, “Ulu zatlar”ın, “Sâdatlar”ın
“duâları”nı alanlar, boylarına yakın çapta kitaplar yazabiliyorlar… “Bir
tık kadar kolay” yani…
“DOĞU BANK”
Aylardır bakınıp durduğum
fakat “göremediğim” “teknoloji pazarı” ‘Doğu Bank’ı da nihayet gördüm. “Orijinal-sıfır cep telefonları”nın,
“tablet”lerin ‘albenisi’ yüksek olduğu kadar; ‘ikinci el cep telefonları” ve
“tablet”ler de gayet makûl fiyatlarda…
“Yürüyen merdivenler”de bile
“tablet”lerden “bir şeyler izlenildiği” bir “teknolojik hız çağı”nda, “çağı
elde yakalamak” da gayet ehemmiyetli…
“MISIR ÇARŞISI”
Eminönü Yeni Camii
yakınındaki ‘Mısır Çarşısı’na ise ‘lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyül
azim’ diye diye girdim. “Ne öğrendin?” derseniz, hâlâ ‘restorasyonu’ devam
etmekte ve adetâ bir “Cumhuriyet Modası”(!) olarak “lacivet renkli
köşebentlerle, profillerle” kaplanmış vaziyette… Bir de “sabun”ların ne kadar
çok çeşidi varmış, dedim. Ben, daha çok Şanlıurfa’daki “Bıktım Sabunu”nu
zikrederdim. Meğerse ‘Keçi Sütü’nden bile yapılmış ‘sabunlar’ varmış. Neredeyse
yirmi çeşide varan ‘sabunlar’: “Nar”dan yapılmış ‘sabunlar’ bile var..”Urfalı
Sabun imalatçılar” bile herhalde “nalları toplarlar” dedirtti….
“Ve kezâlik/İşte böyle…” bir
de “Geylanî Türbesi Mescidi”nde diyeyim, ikindi namazımı da ikame
edişim..Doğrusu, “asıl mescid “in “yukarı”da olduğunu bilmiyordum..Nasip oldu…
İstanbul’u gezmek, görmek
“bir ömre değer..” “Flipboard” isimli “sosyal medya ağı”nda, “İstanbul”la ilgili
çok itinalı “İstanbul yazıları” mevcut..
Evet, “orijinal” ifâde ile;
“Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” İstanbul…
Ve bugün, “İstanbul
gönderleri”nde, aslında “Türk’ün de, Kürd’ün de, İslâm’ın da Bayrağı”olan;
başka bir ifâde ile “Sultan Fatih’lerin de, Sultan Selahaddin Eyyubî’lerin de
Bayrağı” olan “İslâm Bayrağı” “Ayyıldızlı al Bayrağımız” bir başka
dalgalanıyordu….
Sarıyer, 10.06.2014
İsmet GÜLTEKİN
metgultekin@hotmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder