27 Ekim 2014 Pazartesi

"TASAVVUF TARİHİ"MİZİN EN ENTERASAN SİMALARINDAN BİRİ: NİYAZİ MİSRÎ(k.s.)

“TASAVVUF TARİHİ”MİZİN EN ENTERASAN SİMÂLARINDAN BİRİ:

NİYAZİ MİSRÎ(k.s.)


“Niyazi MİSRÎ(k.s.)” ismini “ilk” defa ,Ankara-Sincan’daki bir “Nur Talebesi” arkadaşımın kütüphanesindeki bir kitapta okumuştum.Bir şiir kitabı olsa gerekti ve kapağında Niyazi MİSRÎ(k.s.) yazıyordu.
Geçen yıllarda ise “Ülkücü Edebiyat”ımızın “kadın edebiyatçılarımız”dan Emine IŞINSU ÖKSÜZ Hanımefendinin , “İslâm Tasavvufu”nu, “tasavvuf tarihimi”zi  “roman tarzı”nda ele aldığı bir dizi eserinin, rahmetli Niyazi MİSRÎ’yi anlatan “Bukağı” isimli romanını okumuş ve bir şeyler kaleme almıştım.
Nihayet “Şeyh Şaban-ı Velî(k.s.)” Hazretlerini, “Halvetî Kardeşler”imle birlikte ziyarete gittiğimde ise -herhalde ikinci ziyaretim de olacak- Dr. Mustafa TATÇI’nın “Niyazi MİSRÎ(k.s.)” isimli eserini de almıştım.
O tarihten bu tarihe, Rabb’ül-âlemin bana da “Niyazi MİSRÎ(k.s.)” Hazretlerine bir muhabbet halketti, diyebilirim…
Daha geçenlerde  muhteşem “samizdat türü eserler”den,”ilhamen yazılmış eserler”den “Risale-i Nur Külliyatı”ndan veya başka bir isimlendirme ile “Sözler”den “Hanımlar Rehberi”ni okurken, ezberlemek için birkaç defa sesli okuduğum şiiri:
“ Bir ticaret yapmadım nakd-i ömür oldu hebâ,
Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.
Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garib,
Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran bîhaber.”
“Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi”nde ise Sadık YALSIZUÇANLAR’ın anlatımında rahmetli “Niyazi MİSRÎ(k.s.)”yi bir defa daha hatırladım.Üç defa yaşadığı “nefy/sürgün yılları”nı, onbeş kiloluk bukağı ile zencirlerle, Limni adasındaki hayatından kesitleri ve akabinde yine onbeş kiloluk zencirlerle, bukağı ile defnedilişini, iki yüzden fazla “halvet”e girişini, çilesini, “nefsini terbiye yolu”ndaki “erbain”lerini, devrin “devlet idarecileri”nin karşısındaki pervasızlığını, sözünü esirgemeyişini, aslında Malatyalı oluşunu, “kapı eşiliği”ni, dervişliğini ve şiirlerini…

ANEKDOTLAR
Sadık Beğ’in anlattığı şu anekdot hafızama nakşedildi: Rodos’ta, ilk “nefy/sürgün yılları”nda, bir “Kilise” önünden geçerken; ‘Papaz”ın daveti ve bu daveti şartlı kabul edişi: “Eğer kapı eşiğine uzanırsam” şartı. “Derviş= Kapı Eşiği…” Ve bu şartının kabul edilişi…Kilise’ye girenlerin , üzerinden geçerken; “lâilaheillallah”; Kilise’den çıkarlarken de,üzerinden geçerlerken; “Muhammedun Rasulullah” deyişleri…
Papazın nihayetinde ,”Siz bizi bin yıllık dinimizden edeceksiniz,gidin…” yalvarışları…
Antalya-Elmalı’nın ise rahmetli Niyazi MİSRÎ(k.s.)’nin  de “yetiştiği diyar” oluşu..
Sadık Beğ’in anlattığı bir başka anekdot da hafızama nakşedildi…Limni nefyinde, sürgününde, üçüncü ve son sürgününde ise Bursa’daki, yıllardır görmediği ailesine ve oğluna olan hasretini dile getiren bir mektup kaleme alışı ve gönderişi..
Nihayet 17.asrın ulaşım şartları düşünülürse, ailesinin oğlu ile birlikte Bursa’dan Limni adasına gelişleri…Velâkin “ailemin olduğunu bilirlerse, öğrenirlerse zarar verebilirler” niyet ve düşüncesi ile Limni’ye kadar gelmiş olan ailesi ve oğlu ile görüşmeyişi…

VESSELAM
Günümüzde günübirlik Limni’ye gidişin eskiye oranla daha kolay  olduğunu ifâde eden Sadık Beğ; vefâtında, yeninde bulunan bir kağıda yazılmış “son şiiri”ni de okudu…
“Ehl-i Beyt Muhabbeti” ile de dopdolu olan rahmetli Niyazi MİSRÎ(k.s.)’nin “Hasaneyn Risalesi” isimli bir “kitapçığı” nın da olduğunu hatırlattı…
Evet, benim de, “Risale-i Nur Külliyatı”nın, “Sözler”in “Hanımlar Rehberi”nde bizatihi okuduğum şiiri:
“Bir ticaret yapmadım nakd-i ömür oldu hebâ,
Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber
Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garib,
Dîde giryan, sîne bir yan , akıl hayran bîhaber…”

“Gözyaşı Medeniyeti”nin çocuklarının payına düşen:
“Dîde giryan/ Gözyaşı” olsa gerek….
Fatih, 01.Muharrem.1436/25.Ekim.2014
İsmet GÜLTEKİN

metgultekin@hotmail.com

25 Ekim 2014 Cumartesi

"MAĞRİB'TEN MAŞRIK'A TÜRK GÖZÜ ile"


“MAĞRİB’TEN MAŞRIK’A TÜRK GÖZÜ ile”


“Hoca Ahmed Yesevî Vakfı”nın, Pazar günleri,  her onbeş günde bir tertiplediği “Kahvaltılı Yesevî Sohbetleri”nin 102. de yapıldı.
“Kahvaltı” akabinde yapılan “102. Yesevî Sohbeti”nde, Prof. Metin AKAR, bilhassa “Mağrib’ten Maşrık’a Türk Gözü ile” isimli eserinin tanıtımını yaptı.
tamamiyle irticalen yapılan “Mağrib’ten Maşrık’a Türk Gözü ile” isimli eserinin tanıtımı esnasında, “Pîr-i Türkistan” “Vakfı”nda, “Yesevî Dostları” çok sayıda tebessümler ve gülmeler de yaşadı.
“Fas”tan “Bosna”ya ; “Mağrib’ten Maşrık’a” “Türk Gözü” ile “Türk”ce nokta-i nazarı ile dolu yaşanılan hâtıralarda çok sayıda “acı ve katı hakikatler” de dillendirildi.”Fas”ın  nasıl ve ne şekilde “Fransa’nın  sömürgesi, müstemlekesi” altında olduğu, bizatihî yaşadığı vakıâlar ile anlatıldı. . “Fas üst düzey idarecileri”nin daima “Fransız gözetimi”nde oldukları ve böyle  bir “sözde istiklâl, “sözde bağımsızlık” yaşayan bir “ülke” olduğunu; lâkin bazı “Faslılar”ın yine de, rağmenlere rağmen ‘ümitvar’ olduklarını, “birgün mutlaka”, “hakikî istiklâl ve hürriyet”e kavuşacaklarına inandıklarını hatırlattı.
“Fas Coğrafyası”nda yaşanan “Üç Krallar Savaşı”nın anlatımın da ise hâfızalara nakşedildi. “Devlet-i Âliyeyi Osmaniye”nin, “Büyük Osmanlı Devleti”nin “Fas’ta hükümran olabilmek” için; “Osmanlı nüfûzu”altındaki “Kral”ı “Fas’ın Başına” getirebilmek için yapılan “Üç Krallar Savaşı”nın akabinde, hem mevcut “Fas Kralı”nın; hem “Fas’ın Başına” getirilmek istenilen “Kral”ın; hem de “Portekiz Kralı”nın bu savaşta öldüğünden; bu savaşa “Üç Krallar Savaşı” denildiğini hatırlattı.
“Maşrık”a, “Şark”a, “Bosna”ya uzanan ve mezkûr eserinde de mevcut olan “Bosnalı Mustafa Olayı”nın anlatımında ise hayli “acı ve katı hakikatler” dillendirildi. Prof. AKAR,         “Bosnalı Mustafa”nın “Devletimiz Ricali”nce eğitilmesi için “Üniversitesi”ne verildiğini, oradan da kendisinin sorumluluğuna girdiğini; Cuma namazı için abdest alıp mescide gittiklerinde, dönemin Bakanlarından Hasan Celâl GÜZEL’in de Cuma namazı için mescidde olduğunu ve “Bosnalı Mustafa”nın böyle bir “tarz-ı hayat”ı kendi ülkesinde göremeyeceğini, şimdi Türkiye’mizde gördüğünü ve Allah’a hamdettiğini hatırlattı.
Yine “Türk isen kaçamazsın, Türk kaçmaz…” sözünü de hatırlattı.
“Milis Yarbay Topal Osman Ağa”nın, nam-ı diğer “Topal Osman”ın memleketi Giresun’da iken ise “Keşkek’in Ermeni Yemeği” olduğu haberini bir gazetede okuduğunu; akabinde “Keşkek’in tamamiyle Türk Yemeği” olduğuna dair belgeli bir  yazı kaleme alıp, iddia sahibine gönderdiğini; iddia sahibinin ise bir zaman sonra, bir televizyon kanalındaki naklen yayınında, gerçekten de “Keşkek’in Türk Yemeği” olduğunu itiraf ettiğini nakletti.
Akıcı, neşeli, düşündürücü bir şekilde lâkin “acı ve katı hakikatleri” anlatan Prof. Metin AKAR , yazdığı eseri, “Mağrib’ten Maşrık’a Türk Gözü ie” isimli eseri “Yesevî Dostları”nı da meraklandırdı. Türk kültürü, Türk töresi ve Türk kimliği muhtevalı, Türk nokta-i nazarı ile şekillenmiş “güldürücü-düşündürücü” “102. Yesevî Dostları Sohbeti”ni dinleyenler ise adetâ mest oldular.
Fatih, 19.10.2014
İsmet GÜLTEKİN
metgultekin@hotmail.com

18 Ekim 2014 Cumartesi

GASPIRALI İSMAİL'LER-TURAN YAZGAN'LAR



GASPIRALI İSMAİL’LER-TURAN YAZGAN’LAR


“Medine-i İstanbul” da hemen hergün çok kesif bir şekilde “kültür-sanat faaliyetleri” olmakta. Öyle, meselâ hadi diyelim “Medine-i Urfa “daki gibi “kültür-sanat faaliyetleri”, sadece bir-iki aya, Mart-Nisan aylarına sığdırılmamakta. Ben de mümkün olduğunca “İBB Kültür”ün her ay ki “kültür-sanat faaliyetleri bülteni”nden, nerde ne var, öğrenmeye ve ilgi duyduklarıma iştirak etmeye gayret etmekteyim.
“Konevî Dergisi”nden çoğumzun hatırlayabileceği günümüzde “Hoca Ahmed YESEVÎ Vakfı” çatısı altında “Türk kültürü”ne her ay çıkarttığı “YESEVÎ Dergisi” ve onlarca yazılı-basılı eserleri ile katkı yapan muhterem Erdoğan ASLIYÜCE Beğ’i ziyarete gittiğimde, panoda “Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı-Turan Kültür Merkezi”nce ve “Avrasya Enstitüsü”nü”nce “Gaspıralı İsmail Beğ’in Vefatının 100. Yılı” anısına tertiplenen bir konferans duyurusu vardı. Rahmetli “Turan YAZGAN” Beği de yâd etmeyi kapsayan bir konferans duyurusu.
Şahsen, benim açımdan konferansı ilginç kılan en mühim husus ise konferansı verecek olan Prof. Dr. İsmail YAKIT Hocam olması idi. “Hocam” diyorum, çünkü 1990’lı yıllarda, yine “Medine-i İstanbul”da iken, sayesinde çok sayıda ilim meclislerinde bulunma bahtiyarlığına da erişmiş idim. Yine sayesinde “Kubbealtı Akademi”de, “Fetih Cemiyeti”nde, ilmî sohbetlerinde bulunmuş, hattâ rahmetli Hilmi OFLAZ gibi “aykırı-standart dışı şahsiyetler”in “kahvaltı sofraları”nda da bulunmuştum. Ve yıllardan beri de bizatihi görmemiştim.
“Eskimeyen günler”in hafızamda uyandırdığı hatıralarla da “Gaspıralı İsmail Beğ ve Turan Yazgan” mevzûlu konferans yerine vardığımda ise daha yeni yeni gelenler vardı. Adetâ “Bit Pazarı”nı andıran görüntüler ardından,  tarihî İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi binası yanındaki “Avrasya Enstitüsü”ne vardım. İki rahmetli “Türkçü”yü anlatan kitaplar, eserler de sergileniyordu. YAKIT Hocamın “Atatürk ve Din” isimli eseri, “kitapçığı” cay-ı dikkatti ve hemencecik aldım. Tahta iskemleye oturup, şöyle bir göz atmaya başladım. Geçenlerde “HaberTürk TV”nin “Tarihin Arka Odası Programı”nda dillendirilen “Emekli İmam”ın “Atatürk’ün Soy Kütüğü” çalışması ile değerlendiririm, bir kritik-tahlil yazısı yazarım, inşallah diye niyetlendim. Bugün aldığım “Derin Tarih Dergisi”nin promosyonu olarak verilen Mustafa ARMAĞAN’ın “Küller Altında Yakın Tarih” isimli çalışmasında da, şöyle hızlı bir gözatmam ile anladım ki, çok sayıda “ezber bozucu” mes’eleler de dillendirilmiş!!!

GASPIRALI İSMAİL’LER-TURAN YAZGAN’LAR


Yine “Medine-i İstanbul”umu da, “Türk Ocakları İstanbul Şubesi” de dahil sekiz kuruluşun öncülüğünde, “Gaspıralı İsmail Bey’in Ölümünün 100. Yılında Dilde Fikirde İşte Birlikte Neredeyiz?” mevzuulu, hafta içinde, iki gün süren “Uluslararası Sempozyum” da tertiplendiğini de öğrendim..
Konferans öncesi Prof. Dr. Abdulkadir DONUK Beğ’i de gördüm. Keşke “eskimeyen yıllarda”ki gibi daha aktif, tabiri caizse daha “popüler” olabilse diye de düşündüm. Prof. Dr. İsmail YAKIT Beğ ise çoğumuzun belki de bilemediği üzre Türkiye’mide “Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme “ üzerine çooook salahiyetli bir şahsiyette. Konferansı boyunca, iki büyük “Türkçü şahsiyet” de olan rahmetli Gaspıralı İsmail Beğ ve Gaspıralı İsmail Beğ’in mefkûrelerini 1980’li yıllarda kurduğu “Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı” ile Türkiye’mizde uygulamaya gayret etmiş olan ve hâlen de kurduğu müessesesi ile hizmetine devam eden rahmetli Prof. Dr. Turan YAZGAN Beğ’in hayat serencamı hakkında bilgiler vermesi, bizleri de o coğrafyalara götürdü. Mefkûre sahibi olmanın, ülkü sahibi olmanın zirve şahsiyetlerinden Gaspıralı İsmail Beğ’in Fransa’ya gidişi, Türkiye’ye gelişi, Hindistan’a gidişi, “Usul-u Cedit/Yeni Metod” ile Kırım’da, hattâ Hindistan’da “Eğitim Kurumları” açısı; kırk günde okuma-yazma öğretebilme metodu; “kadimciler” ile “ceditçiler” arasında nizalaşmalar vesaire. “Bir kalem, bin kılınca bedeldir” diyen rahmetli Gaspıralı İsmail Beğ’in, “Ha! Ha! Ha! “ isimli mizah dergilerine, “Alem-i Nisvan” isimli “kadın dergilerine” ve 23 ciltlik adetâ bütün Türk Dünyası’nca okunan kısaca “Tercüman” gazetesini neşredişi…Ve rahmetli Turan YAZGAN Beğ’in de sayıları ikiyüzleri bile geçmiş “Tarih Dergileri” neşri, bugün “800. Konferans”a ermiş konferansları ve yüzlerce neşredilmiş kitaplar ile yaptığı hizmetler…
Onca yokluklar, imkansızlıklar içinde ve “Kızıl Moskof”un  her türlü  engelleyici gayretlerine rağmen, “Türk Dünyası’nın Müşterek Sesi” kısaca “Tercüman” gazetesini neşretmesi…Günümüde onca teknolojik imkânlar mevcut iken bile aynı anda hem Türkiye’mizde, hem Azerbayban’da, hem Kazakistan’ta, hem Özbekistan’ta, hem Kırgızistan’da, hem Türkmenistan’da, hem hatta Tacikistan’da ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde okunan bir neşriyatımız hâlâ yok!!!
“Türk Dünyası”, “ortak bir alfabe”de, “müşterek bir alfabe”de buluşup da “Dil’de Birliği”, akabinde “Fikir’de Birliği”, “akabinde de “İş’te Birliği” tamamiyle sağlayamadı!!!
Konferans bitiminde bir suâle de mevzû olan bu mes’ele hâlen ehemmiyetini bence muhafaza etmekte…
Prof.İsmail YAKIT Hocamın, rahmetli Turan YAZGAN’ın “düşünce dünyası”nı izah ederken hatırlattığı üzre “bugünün Ulusalcıları, dünün ise Komünistleri”ile “Siyasal İslamcıların Türk Milliyetçilerine olan adavetleri, düşmanlıkları” da bitecek gibi değil!!!!
İsmail Gaspıralı’ların, Turan Yazganlar’ın da bitmemesi dileğimiz olsa gerek!
Fatih, 19.Ekim.2014
İsmet GÜLTEKİN
metgultekin@hotmail.com

"MÜZELER ŞEHRİ" "MEDİNE-İ İSTANBUL"



“MÜZELER ŞEHRİ” “MEDİNE-İ İSTANBUL”



“İstanbul Günlerim”e dahil olabilecek ehemmiyetli bir gün daha yaşadım. Yaşatan Rabb’ül âlemine sonsuz hamdolsun.
Bugün, 17. Ekim.2014, Cuma tarihi itibari ile öğrencilerim ile birlikte ‘İstanbul Büyük Postahane’deki “PTT Müzesi”ni ziyaret ettim.
Geçenlerde ikâme ettiğim bir namaz ibadeti sonrası, “Şeyhler Şeyhi”, “Güneşler Güneşi”; “mübarek, nurlu kademinin, öpülesi nurlu ayağının bütün evliyâların boyunları  üzerinde olan”Abdülkadir-i Geylanî(k.s.) Hazretlerinin evlâdlarına ait bir “yatır”daki mescidin duvarına monte edilmiş, “Sultan Fatih”in bir “fermanı”ndaki şu muhteşem terkipli mefhumu da “ilk “defa okumuş ve çoook hoşuma gitmişti: “Medine-i İstanbul”
Tamamiyle ‘İstanbul’un Fatih”i , “Sultan Muhammed Fatih Han(k.s.)’a ait orijinal bir terkipli mefhum. Gün boyunca, kendimce bu mefhuma ilâveler de yaptığımı hatırlıyorum: “Medine-i Bursa”, “Medine-i Konya”, “Medine-i Diyarıbekr”, “Medine-i Urfa” gibi.
Maateessüf  böyle bir ‘orijinal mefhum’un ise en fazla “İstanbul”umuza yakıştığını da ifâde etmeliyim: “Medine-i İstanbul.” Yani “İstanbul’daki Medine”, “İstanbul’un Medinesi”, “İstanbul Şehri.” Yani “bütün Peygamberlerin Başbuğu”, Peygamber Efendimizin nurlar dolu “Ravza-i Mutahhara”sının simetriği, uzantısı bir “İstanbul..”
Aslında bütün vilâyetlerimize de ne kadar çok yakışıyor böyle terkipli bir ifade: “Medine-i …………………”
Aslında bütün vatan sathımızda “Medinelileşmeli” değil mi ki? : “Medine-i Türkiye…”
Yarım asra yaklaşan bir ömrümde, bence ne rahmetli Yahya Kemal BEYATLI’nın “Aziz İstanbul”  mefhumu; ne de “Şairler Sultanı” rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK’in “Canım İstanbul” mefhumu, “İstanbul”umuzu tamamiyle ifâde edemiyor!
“İstanbul”umuzu en güzel şekilde ifâde eden mefhum; yine biiznillah “şehri fetheden”, “ne güzel kumandan” olan “Sultan Muhammed Fatih(k.s.)’ye ait: “Medine-i İstanbul”/ “İstanbul Medinesi”/ “İstanbul Şehri..” Hattâ ve hattâ “Şehr-i İstanbul” gibi terkipli ifâdeler bile  “Medine-i İstanbul” terkipli ifâde yanında esâmesi  bile okunmaz.

“Müzeler Şehri “Medine-i İstanbul”da “PTT Müzesi” Ziyareti


Evet, “Medine-i İstanbul”, külliyen “Müzeler Şehri..” Hele de “Medine-i İstanbul”un  “Tarihî Yarımadası”ndaki “müzeler..”Onlarca, belki de yüzlerce “müze.” “Müzelerin Nüvesi”, neredeyse “Medine-i İstanbul”umuzun  “Tarihî Yarımadası”nda, “Fatih”de…
“Medine-i İstanbul”umuzda, bir öğretmen olarak, bugün bir “ilki” yaşadım dedim.
Dün, ders saati bitimine yakın; “idarecilik”te, “okul müdürlüğü”nde gerçekten “kariyer” ve “kalite” sahibi de olan Kazım Beğ’in ; sınıfa girip, öğrencilerime ve bana, biraz kısık bir ses ile bir şeyler dedi. Ancak, ne ben, ne de öğrencilerim tam olarak ne dediğini anlamadık! Ben de şaşkınlıkla tekraren soramadım.
Lâkin, Cuma günü, bugün için, ikinci teneffüs sonrası bir yere gidilebilir ihtimali hep aklımda kaldı. Zaten, 21. Ekim .2014’de, “PTT Müzesi” gezimiz vardı. Ve Cuma sabahı, birinci teneffüste, birinci, ikinci ve üçüncü sınıflar “Panoroma Fetih”e, bizler ise 4. sınıf öğrencilerimle  “PTT Müzesi”ni ziyaret edebilmek için ; “Fatih Belediyesi”nin otobüslerine binerek, görevlinin de nezaretinde araçlara bindik. “Büyük Postahane”ki “PTT Müzesi”ne yakın bir yerde otobüslerden indik.
Öğrenci velilerimde şaşkınlık, hayret-önceden haberdar edemedim-öğrencilerimde “uzun teneffüste yemek yiyeceğim telaşası” ile ben de  ise “Medine-i İstanbul” da böyle bir “ilki” yaşama heyecanım ile “PTT Müzesi”nden içeri girdik.
Hanımefendi görevlinin kısa bir “kırmızı halı” muhabbeti şaşkınlığı sonrası, daha girişteki artık “antika” olmuş ‘Posta Kutuları’nı, ‘Terazileri’ görmeye başlamıştık bile.
Yine Hanımefendi görevlinin rehberliğinde, üst kattaki “Pul Kolleksiyonu” kısmı ile “Manastırlı Osman Hamdi Bey” anısına açılan  “İstiklâl Harbi” döneminin fedakâr iletişim kahramanlarının resimlerini  ve dönemin iletişim araçlarını gördük. Telefonlar, telgraf çekme makineleri vesaire bakıp görmeye gayret ettik.
Dönemin “Düvel-i Muazzama”nın “Büyük Devletleri”n ve “Yedi Düvel”in, “Yedi Devlet”in  müthiş derecedeki iletişim araçları yanında, biz Türklerin , fedakârca gayretleri ile sergiledikleri , adetâ “iletişim kahramanları” dedirten mücadeleleri…
Bir şairimizin de dediği üzre; adetâ hissedilen “sapan taşları ile füze farkı” idi!

NETİCE-İ KELAM
Tamamiyle “Müzeler Şehri” olan hattâ mübalağa olmasın amma “her bir santimetresi bir asra bedel” olan “Medine-i İstanbul”umuzu tanıyarak, bilerek sevebilmeli ve sevdirebilmeliyiz.
“Taşra”dan, “Medine-i İstanbul”umuzun dışından, muhtelif idealler, ülküler ve mefkûrelerle gelmiş olan “Anadolu İnsanımız”ın, yaşadıkları, havasını teneffüs ettikleri, suyunu içtikleri, ekmeğini yedikleri şehri, “Medine-i İstanbul”u, bilerek, tanıyarak, şuurlu bir şekilde sevebilmelerini ve sevdirebilmelerini ne kadar da çok arzulardım!
Belki de, bunun için de, “Medine-i İstanbul”umuza, yine başka “taşra”lardan  gelen “Ecnebî/Yabancı Turistler” kadar da “merak”lı ve “tahkikci,araştırıcı”olmak da elzem!
Elbette ki, hâşâ, “Medine-i İstanbul”un dışında olan “Şehirlerin Anası” “Mekke-i Mükerreme”, “Ravza-ı Mutahhara”nın bulunduğu “Medine-i Münevvere”, “Mescid-i Aksa”nın bulunduğu “Kudus-ü Şerif”,“Şam-ı Şerif”, “Bağdad” ise “taşra” değildir!!!
“Medine-i İstanbul”umuz, malumdur ki “bütün güzelliği”ni mezkûr şehirlerden de almıştır. Hattâ “Tarihî Yarımada”daki “mescidler/camiiler” bile “Mekke-i Mükerreme”ye olan “coğrafî mesafeleri” ile de “meşhur”dur. “Akbıyık Mescidi” gibi…
Fatih, 17.10.2014
İsmet GÜLTEKİN
metgultekin@hotmail.com